En uzun gecenin sabahından merhaba, kuzey yarım küre için kış, güney yarım küre için ise yaz mevsimine giriş gecesi. Anadolu’da islamiyet öncesi Nardogan olarakta kutlanan bir gün 21 Aralık. Güneşin zaferinin, yaşamın döngüsünün ve umudun yeniden doğuşunun sembolü. Kapının önünde nar kırıp, narın bolluk ve bereketi kış mevsiminde o haneye çekeceğine inanılırmış. İnsanoğlu doğa ile beraber, uyumlu yaşadığında, hayatlarımızın da beraber örüldüğünü görüyorum. Doğaya rağmen değil, doğa ile beraber bir var olma hali.
Bu kış dönümü gecesi samimiyet üzerine düşündüm. Yaktığım ateşin başında yazılarımı yazarken, en karanlık gecede zihnimin ulaşabildiğim en karanlık noktalarına girme cesaretinde bulundum. Samimiyet ile hareket etmek ne demek, kendime samimi, insanlara, doğaya, hayvanlara.. Bu konu üzerinde düşünmeme sebep olan, bu hafta iki yazarın da kitaplarını okuduğum Robin Wall Kimerer ve Mustafa Alper Ülgen’den bahsedeceğim.
Onurlu Hasat
Robin Wall Kimmerer, dilimize çevrilen bir kitabı Bitkilerin Ruhu, Mundi yayınevinden çıktı, çok tavsiye ederim. Benim ise bahsedeceğim kitabın henüz Türkçe çevirisi yok; The Democracy of Species. Bir günde bitecek bir kalınlık ve akıcılıkta olan bu kitap üç bölümden oluşuyor. Beni en çok etkileyen kısımı ise “onurlu hasat” başlıklı bölümüydü. Samimiyetimin boyutunu kapsamaya çalıştığım bu kış dönümünde, Robin’in bitkiler alemi ile kurduğu “kadim” samimiyet ilham verdi.







Yazar, onurlu hasat konusunu şu soru ile açıyor: “Dağlardan otta toplasak, beslenmek için alışveriş merkezine de gidiyor olsak, yaşamak için başka canlılara muhtaç olan insanoğlu, aldığı hayatların adaletini nasıl sağlıyor?” Bu soru günümüz çağında, seni tetikliyor olabilir ya da hiç daha önce hayatında düşünmediğin, girmediğin bir eşiğin altından geçiriyor olabilir. Gel gör ki bu soru gezegenin tüm yanında atalarımızın kolektif olarak doğa ile uyum içinde yaşarken gözettiği soruydu. Sadece verileni almamız, ihtiyacımız olandan fazlasını almamamız gerektiğini tasavvuf’tan, Amerikan yerlilerine kadar tüm kadim öğretilerde rastlıyoruz. Bu öğretiler yazılı kaynaklar yerine sözel aktarımlarla bu günlere kadar gelmiş öğretiler. Ben bu öğretileri çocukken tabağımda yemek bıraktığımda, ya da bayramlarda ananemlere gittiğimde yapılan yemeklere burun kıvırdığımda onlardan öğrendim. Özellikle pirinç tanelerine dair aşırı bir hassasiyet vardı.
“Nerden geliyon, nereye gidiyon?”
Urla’nın eski halini gözümde canlandırmaya çalışıyorum bazen. Köylerde hala hayvancılık yapan, kendi bahçesini eken, biçen, portakalını, zeytinin yetiştiren Kuşçular Köyü ormanlarında gezindim bu hafta. Ormanın içine atılan moloz ve çöplerin arasından geçip, yolumu bulunca bu sefer terk edilmiş 30-40 tane betonarme villanın hayaletiyle karşılaşıp, bu kaba inşaatı bitmiş harebenin neden terk edildiğini sorgulayamadan, çam ormanlarının ortasındaki bu gudubet yerleşkenin şokuyla, Urla’da ilk defa karşıma çıkan çınar ağaçlarının arasından yürüyüşüme başlamış oldum. Urla’da ilk defa çınar ağacı görmek beni şaşırttı; hemen altında vaktinde akmış olan derenin kuru yatağını görünce fark ettim ki, buralar bir zamanlar gümbür gümbür akan dere varmış! O sırada keçileri ile yoldan geçen çoban teyze hemen soruları ile benimle samimiyet kurmak istedi, sorular net idi: “nerden geliyon, nereye gidiyon?” Sohbete dalmadan önce, ege köylüsünün bu meraklı hali ilk başlarda benim şehirli asi yanımı tetiklemiş olsa da, biz de izmirli merakı dna’mıza işlemiş diyip, teyze ile biraz sohbet ettikten sonra elimde sepetim ile yola devam ediyorum, onun keçileri ise hiç beklemiyor.
Çınarlar bana yolu açtı ve kış dönümü için kapıma asacağım çelenki yapmak için biraz yalancı sakız, biraz dağ kekiği ve o gün bahtıma ne düşerse diye ayaklarımı bir gün önceden yağmış yağmurun yumuşacık yaptığı toprağa basarak ilerledim. Elbette Robin Wall Kimmerer’ın bahsettiği gibi onurlu bir hasat yapacaktım ve bitkilerden izin istemek bu hasadın ilk şartlarından biriydi.
Saz Çavdarının Peşinde (bir ata tohumu macerası)
Diğer yazar ise, doğa-insan-doğa arasındaki döngüsel ilişkiyi, Türkiye topraklarında, kendini kayıp tohumları bulmaya adamış biri. Mustafa Alper Ülgen’in ilk kitabı Ekolojik Yaşam ve Kendini Bulma Sanatı ise bu hafta okuyup bitirdiğim kitaplardan bir diğeri. Müthiş akıcı bir dil ve insanın kalbini yumuşatan doğa tasvirleri ile dağlara taşınmaya teşvik ediyor kendisi. Mustafa bu kış dönümünde üzerine düşündüğüm samimiyet kavramını, arayışında olduğu bir saz çavdarı hikayesinde betimleyeveriyor.
Kendi buğdayını üretip, ekmeğini yapma girişiminde iken, Kaz Dağları civarında geçmişte en çok ekilen buğday çeşitlerinin peşine düşüyor. Sarı buğday, karakılçık, kavlıca, Kafkas kızılı ve Kavran kızılcasını buluyor ancak bir türlü dilden dile dolaşan saz çavdarını bulamıyor. Bu tohumu arayışı onu Kaz Dağlarını köy köy gezip, kapı kapı sormaya kadar götürüyor. Bu buğday türünün cezbedici olmasının iki yönü var, diye açıklıyor, biri gıda kaynağı olması, diğeri ise geleneksel yapı malzemesi olarak kullanılması. Sapları çok kuvvetli olduğu için dam yapımında kullanılıyordu. Ancak modernleşen inşaat malzemeleri ile bu teknik yok oluyor, onunla beraber ata tohumları da yok oluyordu.
Dağ, dere, tepe, köy köy gezdikten sonra Mehmet Dede’yi buluyorlar ve Mehmet Dede ilk razı olmasa da kalan tohumlarını vermeye ikna oluyor, karısı “tohum vermek sevaptır, tohum kutsaldır, geri çevirmek ayıptır” diyip tohumların bir kısmını Mustafa’ya vermeye ikna oluyor. Mustafa’nın samimiyeti bu yaşlı çifti ikna ediyor. Parayla satın alınmayan tohumlar, takas ya da hediye yoluyla elden ele çoğalıyor. Aynı doğada olduğu gibi.
Yine kadim insan-doğa ilişkisi, hikayeler, masallar, türküler ve destanlar/mitlerle aktarılan bilgiler, bir tohumun da yok olup gitmesini önlüyor. “Kurda, kuşa, aşa” diyerek tohumlar toprak ile buluşuyor. Tohumlar her sene çoğalarak yaşamaya devam ediyor.
Kurda, kuşa ve aşa
Kim bilir belki de dün Nardogan şerefine kapımın önünde bolluk bereket getirmesi için kırdığım nar, yüzyıllardır Anadolu topraklarında kurda kuşa ve aşa diye kapı önlerinde kırılıyor ve gelmekte olan soğuk kış günlerini bolluk, bereket ve sıcaklık ile geçirmeye davet ediyordu.
Doğa yürüyüşlerim, ormandan bitki hasadım ve kompost yapma ritüellerim dışında doğa ile temasta olduğum başka bir alan yaşadığım yerde yok. Bu temaslar sırasında “onurlu hasat, ihtiyacım olan kadarını almak ve sadece verileni almak” gibi öğretileri uygulayabileceğim alanlar kısıtlı da olsa, bokashi kompostumun dışında kalan “kuru çöp” diye adlandırdığım, genellikle plastik malzemeden oluşan çöplerimi azaltmanın daha çok başında olduğumu ve geliştirmem gereken yanlarım olduğunu bana samimiyetle hatırlatıyor. Ben dinlemek ister ve bu duyduklarıma nasıl yanıt vermek isterim ise orası tamamen benim yaratıcı dünyama, disiplin ve odak noktama kalmış.
2024 senesinin baş döndürücü hızından, son haftasının samimiyetle geçmesini dilerim.
Sevgiler,
Ayşem